Peron Dokuz Üç Çeyrek
Olcay Mağden Ünal
magdenolcay@gmail.com
“Bir gün nasıl olsa öleceğim. Ölmek önemli değil, önemli olan, yaşamımla da ölümümle de başkaları üzerinde etkili olabilmektir.”
Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı haklı, bir gün nasılsa öleceğiz. Orası kolay, gün gelince defter kapanacak, kitap rafa kalkacak, ama asıl önemlisi yaşamak. İyi de biz nasıl yaşayacağız? Daha nasıl yaşayacağımızı bilmezken nasıl yaşatacağız? Bu soru öyle karanlık bir kuyunun içerisinde ki cevabı bulmaya hiçbir fenerin gücü yetmiyor, içeriye sarkan halatların boyu kısa kalıyor, derken herkes bir şekilde yolunu tutturup öylece ilerliyor. Ancak işte günün birinde mesele yaşamaktan çok yaşatmaya geliyor. Canlardan can doğuyor; basit bir donanıma sahip insan, hayatında ilk kez böylesi bir sevgiyle doluverince arızalanıyor. Arıza önce kalbe, sonra akla yayılıyor. Gözler körleşirken akıl tek bir sinyalle doluyor: Kalbinin tüm kapakçıklarını onun için açıp kapattığın canı ne pahasına olursa olsun koru! Böylece işin en tehlikelisi kendiliğinden ve sinsice oluşuveriyor: Korumak kavramının içi oyulup açılan çukurun içine temelsiz binalar dikiliyor. Sonra o binalar esen rüzgârla inleyip çıkan ilk fırtınada yerle bir oluyor. Kötü olarak nitelenen ne varsa, çocukların ulaşamayacakları raflara kaldırılıyor. Sanki gözlerimizi kapatıp parmaklarımızı şıklatınca her yer sadece mutlulukla dolacakmış gibi. Tüm savaşlar dinecek, tüm hastalıklar geçecek, tüm küfürler unutulacakmış gibi; keder uzun soluklu bir yolculuğa çıkacak, kürekler sadece toprağı canlandırmak için kullanılacak, bir daha tek bir mezar kazılmayacakmış gibi. Oysa hayat, henüz birer çocukken bizlere de anlattıkları gibi sadece dostluk ve sevgiden ibaret değil, bilhassa koca bir hayal kırıklığı. Dolayısıyla biz çocuklarımızın karşısına çıkan kitapların içerisindeki bütün “aptalları,” “salakları” ve hatta “şapşalları” yok etsek de; o sayfalardaki tüm bıçakları, silahları, kanı yerin yedi kat altına gömsek de ya da gömmeleri için yayıncıların üzerine Hababam Sınıfı müfettişi gibi dikilsek de bunların hepsi var ve hepsi de bu hayatın bir gerçeği.
Bu girizgâhın ardından tam da bu gerçekliği esas alan bir yayınevini tanıtmak niyetindeyim: Ginko Çocuk. Kendileri Ginko Kitap bünyesinde yayımladıkları çocuk kitaplarıyla bana kalırsa geçen senenin parlayan yıldızı oldular. Tanıtmak istediğim ilk kitapları, Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye şubesinin katkılarıyla yayımladıkları Düşman. Ödüllü yazar Davide Cali ve ödüllü çizer Serge Bloch’un ortak çalışması olan bu kitap insanın ağzında müthiş bir kısa film tadı bırakıyor. Bu, yaşı fark etmeksizin dünya üzerindeki tüm insanların görmesi gereken bir kitap. Esasında savaşın sadece bir kurgudan ibaret olduğunu ve insanların bu kurguyu gerçek sanıp oyunun içine nasıl da dâhil edildiklerini anlatıyor. Düşman, çölde iki çukurla başlıyor anlatısına. Çukurların içinde iki asker. Ve askerlerden biri, diğerinin azılı bir düşman olduğundan emin, aptal biri değil, ne de olsa el kitabını da okumuş. Orada yazdığına göre, eğer düşmanı öldürmezse o kendisini, hatta bununla kalmayıp kadınları ve çocukları bile öldürecek. Her şey baştan aşağı onun suçu. Ancak zamanla çukurdaki hayatı, kendi vicdanıyla zindanı arasında bir yer olup çıkar. Acaba savaş devam ediyor mudur, düşman asker de acıkmış mıdır? Artık diğer çukurdaki asker bir nevi kendi aksini göstermektedir. Hâlbuki “yıldızlara baksaydı, savaşın bir anlamı olmadığını ve onu durdurmak gerektiğini anlardı.” Ancak buna “başkaları, emir verenler” karar veriyor. Asker, Ay’ın kendini göstermediği bir gece çukurundan çıkıp düşmanı öldürmeye ve böylece savaşı bitirmeye karar verir. Diğer çukura girer ve orada kimseyi göremez. Çukurun dibinde biraz yiyecek ve aile fotoğrafları bulur. Askerin gözünde bir yaratığı andıran düşman, aniden bir insanın suretine bürünür: Sevdikleri olan bir insan. Ardından orada bir el kitabı görür: Düşmanın el kitabı. Ancak bu kitapta tanıtılan düşman, kendisini tarif etmektedir. Nasıl olur? O kadınları ve çocukları öldüren bir canavar değildir ki, nasıl öyleymiş gibi anlatılır?
Daha önce savaş kavramının bütünüyle bir saçmalıktan ibaret olduğunun ve ona sorgusuz sualsiz taraf olanları nasıl bir yalnızlığa ittiğinin bu kadar iyi özetlendiğini görmemiştim. Metin ve çizimler arasında öyle muazzam bir denge ve birliktelik kurulmuş ki, kitabı sanki sahnedeki bir tiyatro eserini izliyormuş gibi okudum. Bu kitabın Türkçeye kazandırılmış olması başlı başına takdire şayan.
Benzer bir konuyla devam etmek gerekirse sırada Ginko Çocuk’un savaş temalı ikinci kitabı, Belçikalı yazar ve çizer Claude K. Dubois imzalı, yirmiden fazla dile çevrilmiş, Akim Koşuyor var. Karakalem resimlerle hazırlanmış bu kitap, savaş yüzünden köyünden kaçmak zorunda kalan ve sevdiklerini kaybeden Akim’in hayatından bir kesit sunuyor; bu öyle bir kesit ki karanlık, soluk ve de karmaşayla dolu. İşte bu sebeple az sayıda metinle desteklenen çizimler de aynı özellikleri taşıyor. Davide Cali’nin Düşman kitabıyla paralel bir okuma yapıldığında Akim, askerlerin vicdan muhasebelerini sürdürdükleri o iki çukurun arasında koşuyormuş gibi geliyor insana. O iki çukurun arasında hayatlar sönüyor, annelerle babalar çocuklarını gömüyor, çocuklar bir daha hiçbir zaman annelerinin koynunda uyuyamıyor. O çukurların arasında çocuklar top peşinde koşmuyorlar; Akim gibi nedenini bilmeden koşuyorlar, ailelerinin başına ne geldiğini bilmeden koşuyorlar, hiç tanımadıkları ellerin şefkatine koşuyorlar. Akim Koşuyor, çocuğa savaşın nelere mal olacağını, kaybetmeyi ve hatta umudu anlatmak için bir başvuru kaynağı niteliğinde.
Akim Koşuyor, Claude K. Dubois Tüm bu vahşetin içerisinde zihnimizde ister istemez şu soru beliriyor: Her şey bu kadar korkunçken şu sevgi dediğimiz ve adını sarf ettiğimizde bile kalbimizi ısıtan duygu nereden geliyor? Ginko Çocuk’un görüntü olarak biraz daha küçük yaş grubuna, ancak bana kalırsa yine her yaştan insana hitap eden resimli kitabı Sevgi Nereden Gelir? bir geyik, bir ördek ve bir sincabın dostluğu ve de yolculuğu aracılığıyla bu sorunun cevabını arıyor. Daniela Kulot’un yazıp resimlediği kitap, tüm renkleri ve yalınlığıyla çölde bir vaha gibi. Çünkü sevginin kaynağı, kaldırım taşlarının arasında inadına filizlenerek baş veren bir yeşillik misali, her yerde: Gökyüzünde, toprağın içinde, birlik olmakta. Ve diğer iki kitabın yanına bu yolculuğu da iliştirdiğimizde ortaya şu çıkıyor: Sevgi farklılıktan ve çeşitlilikten, savaşın pastel tonlarına karşın yaşamdaki tüm renklerden, bombaların arasındaki karmaşadansa dinginlikteki huzurdan, “Belki de her şeyi anlamak gerekmez,” derken pır pır eden karnımızdan gelir.
Ginko Çocuk’un farklılığın önemine olan vurgusu yayımladıkları bir başka kitapla daha dikkat çekiyor: Birte Müller imzalı Gezegen Willi. Kendisi de Down sendromlu bir çocuğun annesi tarafından yazılıp çizilen bu kitap, yine görmek istemediğimiz, üzerinde bir türlü konuşamadığımız, çocuğa nasıl aktaracağımızı bilemeyip telaşla halının altına süpürmeye çalıştığımız başka bir meseleyi irdeliyor. Çünkü çocuklarımıza biçtiğimiz dünyada hiç savaş çıkmadığı gibi kimse de hastalanmıyor, hele çocuklar asla! Down sendromu da aslında sadece üzerine sosyal medyada birkaç paylaşım yapıp geçtiğimiz bir konudan ibaret. Sanki bu noktaya işaret etmek ister gibi Willi de bambaşka bir gezegenden dünyamıza geliyor. Onun gezegeninde anlaşmak için konuşmak gerekmiyor, isteyen istediği kadar gürültü çıkarabiliyor, kimsenin yemek yemesine gerek kalmıyor, herkes öylece dili dışarıda gezebiliyor, istediğine sımsıkı sarılabiliyor ve bunların hiçbiri kesinlikle tuhaf karşılanmıyor. Dolayısıyla dünyamıza iniş yapan Willi epey bir zorluk çekiyor, önce çok hastalanıyor, daha sonra da o bitmek bilmeyen uyum süreci başlıyor. Çocukla birlikte başına oturulup detaylarında milyarlarca sorunun içerisinde gezilebilecek, normallik ve farklılık kavramları üzerine uzun konuşmalara zemin oluşturacak bir kitap bu.
Gezegen Willi, Birte Müller Yayınevi yoğun resimli kitaplarının yanında aynı zamanda daha büyük yaş grupları için bol metinli kitaplara da sahip. Bunlardan Stefan Beuse’nin yazıp Sophie Greve’nin çizdiği Ay’daki Keçi ya da Anı Yaşamak, yine bu kötü olanı yok sayma, mutsuz edeni ortadan kaldırma, can sıkanın üzerine konuşmama meselelerini irdeliyor. Bunu da Ay’da kendine mükemmel bir hayat kurmuş bir keçinin aracılığıyla yapıyor. Bu keçi tam anlamıyla anın tadını çıkarıyor; gönlünce roka yiyor, kahvesini kraterin birinde pişirip keyfini çıkara çıkara içiyor. Zaten Ay’a durmadan bir sürü eşya düşüyor, hepsi de onu bir hayli eğlendiriyor. Keyfini kaçıranları da atıyor bir kraterin en karanlık dehlizine, olup bitiyor. Tabii her şey, onu korkularıyla yüzleştiren ve hatta derinlere gömdüğü hatıralarıyla karşı karşıya getiren kocaman tuhaf şeye rastladığında değişiveriyor. Kitap günümüz insanının sözde mutluluğunu sorgularken bir yandan metinle çizimlerin eşliğinde okuru hayal dolu bir âleme sürüklüyor. Dolayısıyla arka kapakta yazan “Hayatın derin anlamlarına dair bilgeliklerle dolu bu kitap, hâlâ şaşırmayı bilen, küçük büyük herkesi felsefi bir maceraya çıkarıyor,” iddiası, okurda kesinlikle karşılığını buluyor.
Aydaki Keçi ya da Anı Yaşamak, Stefan Beuse & Sophie Greve Willem Gmehling’in kaleme aldığı Bizim Evin Halleri, farklı sosyal kesimlerden gelen iki çocuğu karşı karşıya getirip onları birbirlerinin hayatına sokuyor; onları birbiri için var ediyor. Bert’in evi annesinin sürekli söylediği gibi “bildiğin kaos” hâlinde. Altı kişilik Zack ailesinde anneyle babanın kazandıkları para, bu kaosu yatıştırmaya yetmiyor. Oysa bir anda Bert’in önce sınıfına sonra hayatına giren Dominikus’un ailesiyse tam tersine müthiş zengin bir yaşamdan geliyor. Bert başta hiç öyle sanmasa da, Dominikus bu farklılığı çok seviyor. Çünkü ailesindeki tüm bu mükemmellik, aşırı sıkıcı ve sonunda o da Bert’in ailesinin bir ferdi olup çıkıyor. Ne de olsa, “Ha bir kişi eksik, ha bir kişi fazla, ne fark eder ki?” Bana kalırsa kitabın en güzel yanı, yazarın klişelere düşmeden, son derece eğlenceli bir dille, kısa ve öz bir şekilde hikâyesini sonlandırması.
Ginko Çocuk etiketiyle çıkan bir diğer kitap, daha çok ilk gençlik romanı diyebileceğimiz Benjamin Tienti imzalı Salon Salam, Biri Daima Özeldir. 12 yaşındaki Hani’nin başarısız banka soygunu girişimiyle başlayan hikâyede karşımıza bir sürü tuhaf karakter çıkıyor: Hani’nin aslında cezaevinde olduğu için gittiği sözde iş gezisinden bir türlü dönemeyen annesi, annelerinin yokluğundan işleri nasıl idare edeceğini pek de bilemeyen berber babası ve bir işler çevirdiği belli amcası. Tabii annesini göremediği için mutsuz ve öfkeli kardeşiyle, karşısına çıkan sosyal hizmet görevlisi kadını da unutmamak gerek. 2018 Alman-Fransız Gençlik Edebiyatı Ödülü’ne layık görülen Salon Salam, çok ağır ve hassas konuları irdeliyor, ama bunu yaparken öyle dikkatli ve o kadar eğlenceli bir dil takınıyor ki okur bu yeni tanıştığı tuhaf ailenin arasına, karşısına çıkanları yadırgamadan, sızıveriyor. Göçmenlik, cezaevindeki ebeveyn, madde kullanımı gibi yine çocuklarımıza söz etmekten bir hayli çekindiğimiz meseleleri onların gözleri önüne seriyor. Bunu gerek bölüm sonlarındaki eğlenceli çizimler, gerek Hani’nin esprili diliyle okuru sıkacak bir drama sebep olmadan, hüznün de coşkunun da dozunu çok iyi ayarlayarak yapıyor.
Ginko Çocuk, konuşmaya cesaret edemediğimiz ne varsa karşımıza dikmeye kararlı gözüküyor, iyi ki öyle. İyi ki öyle olmaya da devam ediyor. Mutfaktaki en yeni kitapları, çok yakında okurlarıyla buluşacak yeni bir resimli hikâye: Christian Duda’nın yazdığı, Julia Friese’nin resimlediği Kırpıntı, kendine gazete haberlerinden ve fotoğraflardan bir dünya kuran yalnız, küçük bir çocuğun öyküsü. Durmadan vıdı vıdı eden bir televizyon ve onun önünde kök salmış bir anneyle babanın öyküsü. Hayal gücünün kuvvetinin, o kuvvetin değiştirdiği yaşamların öyküsü. Belki de sadece peygamberdevelerinin öyküsü...